Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
MUKTEDİRLERE DEĞİL EZİLMİŞLERE BAKIYORUM
MUKTEDİRLERE DEĞİL EZİLMİŞLERE BAKIYORUM
Elif Şafak dokuzuncu romanı Ustam ve Ben’le okurunun karşısında. Bu defa bir atmosfer romanı kaleme almış. Cihan adında bir çocuğun, Çota adında bir filin ve büyük usta Mimar Sinan’ın ana karakterlerini oluşturduğu romanın fonunda 16. yüzyıl İstanbul’u var.
21 Aralık 2013, 12:20

 

Elif Şafak dokuzuncu romanı Ustam ve Ben’le okurunun karşısında. Bu defa bir atmosfer romanı kaleme almış. Cihan adında bir çocuğun, Çota adında bir filin ve büyük usta Mimar Sinan’ın ana karakterlerini oluşturduğu romanın fonunda 16. yüzyıl İstanbul’u var.

Tarih romanı yazmak zor iştir, bir atmosfer kurmak ve onun içerisinde aynı duyguyu muhafaza etmek. Uzun zamandır edebiyatından çok kişiliği ile konuşulan Elif Şafak, bu defa edebiyatı ile konuşulacak gibi.

Bir atmosfer romanı ile karşılaştık bu defa… Bu atmosferi kurmak ne kadar zaman aldı ve nasıl bir ön çalışma gerektirdi?
Atmosferi kurmak galiba işin en zor kısmıydı. Dönemi, insanları, hayvanları ayrıntılarıyla hayal edebilmek için epeyce okumam, yoğunlaşmam gerekti. Baktığımda yaklaşık üç sene sürmüş bu kitabı yazmak.

Bu atmosferi oluşturduktan sonra romanının yazımı süresince aynı duyguyu nasıl muhafaza ettiniz?
Ben yazarken genellikle ya hikâyeye âşık oluyorum ya karakterlere. Bu seferse hem hikâyeye vuruldum hem karakterlere. Fil, filbaz, mimar, kalfalar, gökbilimci, Çingene başı... Hepsini severek, hissederek yazdım. O yüzden romanın içinde kalmakta güçlük çekmedim. Esas bugüne, normal hayata dönmekte zorlandım açıkçası.

Bu roman, öncekilerin yanında farklı bir rafta duruyor. Bilhassa anlattığınız hikâye kadar, kullandığınız dil ve anlatım şekli, edebi açıdan da okurlarınızı tatmin edeceğe benziyor, ne dersiniz?
Bu romanın dili bambaşka, katılıyorum. Birçok okurum daha şimdiden dili ne kadar güzel bulduklarını söylüyorlar. Bunu duymak çok güzel. Ama dil benim için her zaman önemli oldu. Ben dili bir araç olarak görmüyorum. Dile meftunum. Bir romancının ne anlattığı kadar nasıl anlattığı da önemli. Hikâyeye emek verdiğim kadar üsluba da özen gösteriyorum. Lakin bu planlanmış bir şey değil. Her hikâye kendi üslubunu getiriyor beraberinde. Ustam ve Ben kendi diliyle birlikte geldi o anlamda. Yazdıkça gelişen ve hızlanan bir akış var. 

Ustam ve Ben tarihin gözden kaçanlarının hikâyesi, bu gözden kaçanlar sizin ne zaman ve nasıl dikkatinizi çekti?
Resmi tarihin anlatmadığı, üzerinde bile durmadığı karakterlere ve konulara bilhassa ilgi duyuyorum. Bu eskiden beri böyle. Dışlananlara, incinmişlere, azınlıklara, az ve yalnız ve aciz kalanlara, gözden kaçanlara veya sesi duyulmayanlara kulak veriyorum yazarken... Öteden beri, okurlarım bilir, benim kitaplarımda dışlananlara kapılar hep açıktır. Biz hep padişahların, vezirlerin isimlerini kuru kuru ezberliyoruz. Yani insanı anlamadan, bireyi anlatmadan tarih okuyoruz. Halbuki aslolan insanı anlatmak, anlamak. Sıradan gibi görünen insanların hikâyelerine daha çok ilgi duyuyorum. Muktedirlere değil, ezilmişlere, incitenlere değil incinmişlere bakıyorum.

Birbirinden çok farklı iki roman, ancak bu, İskender’den çok daha oturmuş bir duygu, çok daha içselleştirilmiş bir hikâye gibi geldi bana, ne dersiniz?
Ustam ve Ben dokuzuncu romanım. Daha olgun, oturmuş bir roman olduğuna katılıyorum. Açıkçası o kadar içine girerek, tarihte ve bir hayal âleminde kaybolarak yazdım ki…

Filleri sevdiğinizi söylemişsiniz ama bunun ötesinde nasıl bir sembol fil?
Filler hem çok akıllı hem çok duygusal hayvanlar. Hayvanlar âleminde özel bir yere sahipler. Doğumları kutluyor, ölümlerin yasını tutuyorlar. Kişilikleri var. Bilge hayvanlar. Aynı zamanda Doğu felsefesinde filin açılımları var. Bir denge ve olgunluk sembolü fil. Beyaz fil ise daha da özel bir hayvan. Çok nadir bulunan bir tür. Mimar Sinan’ın muhteşem camilerinin yapımında çalışan beyaz bir fil hayal etmek beni cezbetti. Mimarlık da sonuçta denge işi. Fil dengeyi ve ahengi simgeleyen bir hayvan. Açıkçası epey sembol var bu kitapta, sembolleri seven okurlara.

Mesela filler Osmanlı’nın en büyük kayıplarından birine sebep oldu Ankara savaşında...
Savaşlarda hayvanların yerini anlatmayı bilhassa istedim. Londra’da en sevdiğim heykel hayvanlara adanmış bir heykel. Savaşlarda telef olmuş tüm hayvanlara teşekkür ve özür heykeli dikmişler âdeta. Düşünüyorum, bizde böyle bir idrak yok. Sanki hayvanlar hiç yaşamamış gibi davranıyoruz. Oysa bizim çıkarlarımız ve çıkarcılıklarımız için kaç hayvan telef oldu tarih boyunca. Depremlerde, savaşlarda, inşaatlarda... Onları yâd etmek istedim. 

Cihan, küçük bir çocuk. Bakış açısı da, tanık olduğu, maruz kaldığı olayları algılayışı da öyle. Neden bir çocuk karakter seçtiniz?
Cihan romanın başlangıcında bir çocuk, evet. Derken delikanlı. Çırak iken kalfa oluyor. Yaşlanıyor. Hatalar yapıyor. Güzelliklere vesile oluyor. Onu severek yazdım. Onun gözünden sarayı ve saraylıları anlatmak istedim. Hani dışarıdan bakınca devasa görünen yapıları ve olayları ufak ve yalnız bir oğlanın gözünden anlatmak beni özgür kıldı. O zaman gönlümce yazabildim.

Osmanlı’ya bir çocuğun gözünden bakmak nasıl bir kolaylık ya da zorluk getirdi yazarken?
Bence oradaki püf nokta şu: Cihan hem yabancı, hem değil. Hem dışarıdan bakıyor hem içeriden. İnsan bir şeyin çok içinde olunca onu görememeye başlıyor. Görmek için biraz mesafe lazım. Ama mesafe fazla olursa gene göremeyiz. Anlamak için sevmek lazım. Yani hem dışarıdan bakıyor Cihan hem içinden; hem seviyor Osmanlı’yı hem eleştirel yaklaşabiliyor. O ara nokta benim için önemliydi.

16. yüzyılın Osmanlısı ve İstanbulu pek çok açıdan karanlık, öyle değil mi?
16. yüzyıl tarihimizin en önemli dönemlerinden biri. Ve ne kadar az biliniyor. Pek çok kırılmalar yaşanıyor orada. Daha yoğun bir merkezileştirme ve Sünnileştirme politikası güdülüyor. Daha fazla cami yapılıyor ve insanlar sistematik olarak camilere gitmeye fetvalarla teşvik ediliyor. Genelde baktığımızda Mimar Sinan çok çalkantılı bir dönemde yaşıyor ve inanılmaz baskılar altında kalmasına rağmen üretiyor. Ben karanlık noktalara ışık tutarak yazmak istedim. Görmediklerimizi görünür kılmak istedim.

Mimar Sinan’ın dehasını çok güzel anlatıyor ve yaşadığı çelişkileri, kişiliğindeki eksik parçaları tasvir ediyorsunuz romanda. Mimar Sinan’ı bir romana sığdırmakta zorlandınız mı?
Mimar Sinan gibi hayli uzun yaşamış ve çok sayıda eser üretmiş bir insanı, bir dehayı bir romana sığdırmak hakikaten zordu. O yüzden zaman mefhumuyla oynamak zorunda kaldım. Bazı tarihleri değiştirdim, kırptım. Hikâyenin akışını hızlandırdım. Yoksa bir caminin yapımı yedi-sekiz sene sürüyordu. O şekilde yazsam roman yavaşlayacaktı. Bense su gibi aksin istedim bu hikâye. Sonlara doğru tırmanan bir gerilim, hızlanan bir ritim bulacak okurlar.

Cihan, bir fil ve Mimar Sinan; 16. yüzyıl Osmanlı, İstanbul... Ana karakterleriniz bunlar. Bugünle bir bağlantı kurdunuz mu bu karakterleri yerleştirirken?
Tarihimizin derinlerine beklenmedik bir yolculuk yapmayı arzu ettim. Ve okurlarımı da böyle bir yolculuğa çıkarmak istedim tabii. Ama bugüne yönelik göndermeler var, hem de pek çok. Bugünkü bağnazlıklar o günkü bağnazlıklar benzer. Bir tarafta bilim ve ilim insanları, ilerlemek isteyenler, eğitime öğrenmeye kıymet verenler. Öbür yanda cehalet ve gaflet. Bugün yaşadığımız pek çok çelişkinin izdüşümleri var o dönemde. Keza şehircilikle ve şehirlerin, bilhassa İstanbul’un kıymetinin bilinmeden yapılaşmaya gidilmesiyle ilgili önemli tartışmalar var bu kitapta.

Tanık olmadığınız bir dönemi anlatırken hangi sorunlarla karşılaşıyorsunuz?
Edebiyat hayal gücünden ve empatiden beslenir kanımca. Kendimi ve hayal gücümü özgür kılmak istiyorum yazarken. Hiç tanık olmadığım bir dönemi de yazabilirim, yeter ki yüreğimde samimiyetle hissedeyim. O hissi yakalamak önemli olan. Ve sonra da epeyce araştırma yapmak, okumak öğrenmek gerekiyor.

Tarih romanı yazmak risklidir ve siz bunun sıkıntısını Aşk’ta yaşamıştınız. Mevlânâ’nın domates yiyip yemediği tartışıldı... Kitaplarınızın, edebiyatınız ikinci plana itilerek, bu tartışmalarla gündeme gelmesi sizi rahatsız ediyor mu?
Kitaba yönelik her eleştirinin başımın üstünde yeri var. Yeter ki art niyetli olmasın ve yazara değil yazıya odaklı olsun. Bizde maalesef yazı değil yazarlar konuşuluyor hep. Bu kısım rahatsız ediyor. Yoksa hakiki ve samimi niyetlerle yapılmış her türlü eleştiriye açığım. O yüzden okur mektuplarını hep okurum, dikkatle özenle. Her gazetecinin yazdığını ciddiye almam mesela ama her okurumun dediğini dinlerim.

Bugünün Türkiyesi’nde anlatacak çok şey var. Anlatılması gereken… Sizce neden kimse anlatmaya pek yanaşmıyor? Henüz içselleştirilemediğinden mi?
Zaman lazım. Zaman ve mesafe. Öfkeyle ve tepkiyle yazmak olmaz. Olursa da kendini çabuk tüketir. İdrakin gelişmesi için biraz zaman geçmeli. Doris Lessing’in böyle çok sevdiğim bir saptaması var. Edebiyat hadiseler yaşandıktan sonra analiz eder, diyor. Ve haklı.

Roman İngilizce yazıldı. Siz iki dilli bir yazarsınız. Peki Türkiye, sizce kaç dilli bir ülke? Ya da kaç dilli olmalı?
Türkiye çokdilli bir ülke. Ne yazık ki politikacılar ve bazı kesimler kuşaklardır bunu anlamak istemediler. Halbuki tek tipleşmiş, aynılaşmış bir ülkede demokrasi yeşeremez. Edebiyat ve sanat da yeşeremez. Demokrasi farklılıklardan beslenir. Osmanlı son dönem aydınlarına bakıyorum. Birden fazla dilde yazabiliyorlardı. Bugünse hem Kürtçe hem Türkçe hem Zazaca hem Ermenice hem İngilizce yahut Almanca yazan yazarlarımız, akademisyenlerimiz, şairlerimiz olabilir, neden olmasın?

Türkiye için önemli bir yazar, önemli bir figürsünüz. Özellikle sanatçıların Türkiye’de yönetimle yaşadığı sorunlarda sessiz kaldığınız iddia ediliyor. Bir açıdan insanlar sizden ilgi istiyor, diğer açıdan da o ilgiyi göremeyince eleştiriyor, ne diyeceksiniz?
Sessiz kalmıyorum. Beni yakından takip edenler bunu bilir. Ama bağırmıyorum da. Kendimi hiçbir kampa ya da kategoriye ait hissetmiyorum. Çok yalnız hissediyorum bu anlamda. İki tarafı da anlamaya, dinlemeye çalışan insanlar çok azaldı. Yeni azınlık araftaki bu insanlar. Öfkeden öfke çıkar. Ötekileştirmeye ötekileştirerek cevap vermekten çok çekti bu ülke. Bu üslubu benimsemiyorum. Ama cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkmak, azınlıklara ayrımcılığa karşı çıkmak, demokratikleşmede geri adım atılmasına karşı çıkmak gibi konularda çok açık ve net duruyorum.

“Benim edebiyatımın kapıları herkese açık”
Muhafazakâr cemaat sizin edebiyatınızla yakından ilgileniyor, bu durumu nasıl karşılıyorsunuz? 

Benim okurlarım her kesimden. Muhafazakârlar, Kemalistler, solcular, liberaller, feministler, gençler, orta yaşlılar ve yaşlı kuşaklar... Aleviler, azınlıklar, öğrenciler... Bu çoğulculuk benim çok kıymet verdiğim bir hal. Türkiye, birbirine laf anlatamayan insanların ülkesi oldu. Gettolaştı herkes. Camialara bölündü. Kutuplaştı. Bundan son derece rahatsızım. Benim edebiyatımın kapıları herkese açık, çünkü insana açık. Ben kolektif kimliklerle ilgilenmiyorum. Filancalarla falancalarla değil, ben insanla ilgileniyorum. Her yerde eşit ve özgür olması gereken insanla…

“Dilde çoğulculuktan yanayım”
Bir konuşmanızda, Türkçe sözlükle Osmanlıca sözlükleri karşılaştırarak aradaki hacim farkını mukayese etmiş ve Türkçeyi yetersiz bulmuştunuz. Hâlâ böyle düşünüyor musunuz, neden?

Türkçeyi yetersiz buluyorum demedim hiçbir zaman. Ben Türkçeye sevdalıyım. Anadilim. Sevmesem bu kadar özenir miyim? Şunu dedim: Öztürkçeleştirme akımı adına yüzlerce kelime kaybettik. Dilimiz daraldı. Hayal gücümüz daraldı. Kendimizi ifade etmek yeteneğimiz daraldı. Dilden kelime çıkartma projesine gayet eleştirel bakıyorum. Senelerdir bu böyle. Ben eski kelimeleri severim. Yeni kelimeleri de. Hep birlikte var olsunlar istiyorum. Dilde çoğulculuktan yanayım. Daralmadan değil.

USTAM VE BEN
Elif Şafak
Çeviren: Omca A. Korugan
Doğan Kitap
2013, 480 sayfa, 29 TL.

 


DİĞER HABERLER

YAZARLAR

KONUK KOLTUĞU KONUK KOLTUĞU
 DOLANDIRICILAR CUMHURİYETİ -Timur Soykan
Engin Ertem Engin Ertem
 KENTSEL DÖNÜŞÜM SEKTÖRÜN CAN SİMİTİ
Mutlu Demirdelen Mutlu Demirdelen
 İRANLI'NIN KKTC'Yİ SİNSİ İŞGAL GİRİŞİMİ
Cansu Aksoy Cansu Aksoy
 AİLE MAHKEMELERİNİN DİKKATİNE!
Av. Remzi Kazmaz Av. Remzi Kazmaz
 AKBELEN ORMANLARI VE PARİS İKLİM ANLAŞMASI
Süleyman Yıldız Süleyman  Yıldız
 AKLIM BOSNA'DA KALDI

SİTE ANKET

TÜRKİYE'DE EN BÜYÜK SORUN NEDİR ?








EN ÇOK OKUNANLAR