Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
FUTBOLUN ASİL ADAMI ''BİLİÇ ''
FUTBOLUN ASİL ADAMI ''BİLİÇ ''
Bir çeşit başkaldırış. Enine boyuna bir isyan. Boyun eğmelerden sıdkımız sıyrıldı da ondan bir görüşte sevdik biz bu adamı...
30 Kasım 2014, 23:19

 

Bir çeşit başkaldırış. Enine boyuna bir isyan. Boyun eğmelerden sıdkımız sıyrıldı da ondan bir görüşte sevdik biz bu adamı...

Antrenmandan çıkıp gelecek. Uzun zamandır üzerine kafa yorduğumuz bir iş. Birbirimize itiraf etmiyoruz ama tüm ekipte biraz tedirginlik var. Bugüne kadar görmediğimiz bir halini göstermek, bilmediğimiz yönlerini keşfetmek istiyoruz. Bunun için konfor alanını bozmamız lazım ama neyle karşılaşacağımızı kestiremiyoruz. Bütün gün sürecek bir çekime tahammül edebilecek mi, istediğimiz kareleri verebilecek mi, seçilen bunca kıyafeti giyer mi? Eski bir bira fabrikasında, dekor için getirdiğimiz deri koltuğa gömülmüş, kara kara bunları düşünüyorum. Röportajı çekimin sonuna sakladım. Zaten söyledikleriyle değil, gün boyu kendisiyle ilgili vereceği ipuçlarıyla ilgileniyorum. Gözüm kapıda. Fabrikanın kapısından girdikten sonra uzun bir yolu yürüyerek olduğumuz yere gelecek. O yolda nasıl yürüdüğüyle ilgileniyorum. Geldiğinde kim olduğuyla ilgilenmiyorum, giderken kim olacağı kadar.

 

Yolun başında görünüyor. Tam tahmin ettiğim gibi. Eski bir jean, oduncu gömleği ve sırt çantasıyla. Kirli sakalı Yılmaz Güney’in kabulünü alır, parasızlıktan kesilememiş gibi. Topallamasını karizmatik bulan çok, sakatken iğneyle oynamakta ısrar eden bir savaşçının yazgısı olduğunu bilen pek yok. Yanında o zamana kadar tercümanı sandığım, birazdan kardeşi olduğunu anlayacağım Halil. Hararetli hararetli ona bir şeyler anlatıyor, son antrenmanla ilgili olmalı. Kafasını kaldırmadan yürüyor. Gönlü yarda olanın gözü yerde olur derler. Çekimin yapılacağı yere yaklaşınca telefonla konuşmaya başlıyor. Oyalanmasından belli; tedirgin. O da neyle karşılaşacağını bilmiyor. Konuşması bitince bir süre içeri girmiyor, uzaktan fabrikayı inceliyor. Nereye kadar kaçacaksın diye geçiriyorum içimden. Duymuş olmalı. Derin bir nefes alıyor ve yanımıza geliyor.

 

Hepimizle teker teker tokalaşıyor, tokalaşırken de adını soyadını söylüyor. Bu ilk sınavı. Adımı söylüyorum, doğru telaffuz edebilmek için tekrarlatıyor. Sonrasında hep adımla hitap ediyor. Bu da ikinci sınavı. Röportaj vereceği kişinin ben olduğumu söylemiyorum. Halil’den de çekim bitene kadar söylememesini rica ediyorum. Nedenini anlıyor, gülümsüyor.

Nereden baksanız altı saat sürüyor çekim. Bir düzineye yakın kıyafet giyiyor, fabrikanın en az dört-beş farklı köşesinde poz veriyor. Herkesin yaptığı işe saygı duyduğunu hissettiriyor, ne denirse sesini çıkarmadan yapıyor. Elinden gelenin en iyisini yapmak için çabaladığını fark etmek hiç de zor değil. Tereddütte kaldığı her an Halil’e bakıp onay alıyor. Aralarında çok özel bir bağ var. Belli ki ikisi de hayat karşına iyi insanlar çıkarsın temennisinden nasibini almış.

Çekim bitene kadar etrafına ördüğü duvardan birkaç sıra tuğlayı kaldırmam gerekiyor, gün boyu rahat bırakmıyorum. Aralarda ayak üstü sohbet ediyoruz. Türk futbolunun bek sorunsalından Josip Broz Tito’ya kadar uzanıyoruz. Ne beni kırıyor, ne kendisiyle fotoğraf çektirmek isteyenleri; ne de işini aksatıyor. Çok şeffaf, ne hissettiği yüz hatlarına anında yansıyor.

Sonlara doğru iyice yorulduğunu fark ediyorum. Son bir kare var yakalamaya çalıştığımız, biraz daha dayanması gerekiyor. “Kahve içer misin?” diye soruyorum. Gün boyu hayır cevabı verdiği soruya daha fazla direnemiyor ve mahcup bir tavırla kafasını sallıyor. “Ne istersin, nasıl istersin, nereden getirtelim, yanında bir şey yer misin” bunaltmalarım karşısında, “Her sabah köpeklerimi yürüyüşe çıkarıyorum. Evin hemen yakınlarında bir benzinci var, kahvemi oradan alıyorum. Bence dünyanın en güzel kahvesi o” diyor. Rahatlıyorum. Sadece kahveden büyük bir beklentisi olmadığı için değil, kendisiyle ilgili konuşmaya hazır olduğu için.

 

Yaşadığı şehrin kıymetini bilen adamlar, hayatın kıymetini bilen adamlardır benim için. İstanbul’la başlıyoruz. Nerede oturduğunu soruyorum, duymak istediğim detaylarıyla anlatıyor: “İstanbul’a geldiğimizde Acarkent’i gezdirdiler. Harika bir yer, evler çok güzel. Ama pencereden baktığınızda dünyanın herhangi bir yerinde karşılaşabileceğiniz bir manzaraya bakıyorsunuz. Dünya üzerinde her yer giderek birbirine benzer oldu; onları farklı kılan doğal alanları, tarihsel önemleri ve simgesel anlamları yok oluyor. Benim İstanbul’dan anladığım inşaatlar, trafik, alışveriş merkezleri değil. Şu an Kandilli’de oturduğum ev, belki ilk alternatifimiz kadar modern değil ama her sabah, bir gün buralardan gidersek ailece aklımızda kalmasını istediğim görüntüyle uyanıyorum.”

O anlatırken Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabı geliyor aklıma. “Kentler birçok şeyin bir araya gelmesidir. Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin. Kentler takas yerleridir, tıpkı bütün ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil; kelime, arzu ve anı değiş tokuşlarıdır” der yazar. “İçinden deniz geçen bir şehirde anı değiş tokuşu yapmanın ilk şartı vapura binmektir” diyorum. Vapura da biniyormuş, metrobüse de. Yalnızken de, ailesiyle de. Neden şaşırdığıma anlam veremeyişini seviyorum.

 

Telefonu çalıyor. Arayan kızı. “Bugün okulda ilk günüydü, yanınızda konuşsam olur mu?” diye izin istiyor. Memnuniyetle. Kızıyla konuşurkenki ses tonunu duymak için bundan güzel fırsat mı olur? Dert büyük. “Geçen sene ilkokuldaydık, bütün derslere aynı öğretmen giriyordu ve onu çok seviyorduk. Bu sene her derse ayrı bir öğretmenin gireceğini duyunca yıkıldık. Daha ilk günden derslerin adından korktuk ve çok zor olduklarına kanaat getirdik. İsme baksana, bi-yo-lo-ji, kolay olması mümkün mü?” diyerek gündemi özetliyor. Alani 11, Leo ise 18 yaşında. İkisi de Hırvatistan’da yaşıyor. Leo hem okuyor hem de futbol oynuyor. Babasının izinde. Kalabalık aileleri sevdiğini öğreniyorum. “Bizim buralarda iki çocuklu aileye kalabalık denmez” diyerek sataşıyorum. Gülüyor. Bu gülüş, “gardımı aldım, buradan ilerlemeyelim” gülüşü. Ya da belki de kız arkadaşıyla birlikte hayatının ikinci baharına dair bir ipucu.

Hazır çocuklardan konu açmışken, kendi çocukluğunu soruyorum. O günleri düşündükçe hep gülümsermiş ama nedenini tam olarak bilmiyor: “Çocukluğumda pek bir şeyimiz yoktu. Ama etrafımızdaki kimsenin yoktu. O zamanlar mutlu olmak için bir şeylere sahip olmak gerekmiyordu, o yüzden mutluyduk. Bugün herkes mutsuz; sahip olamadıkları şeyler yüzünden değil, başkalarının sahip olduklarına sahip olamadıkları için. Çocukluğumu düşündüğümde farkına vardığım en önemli şey bu.”

Çıkarımı değerli olsa da cevabından yeterince tatmin olmadığımı hissediyor ve nasıl bir mahallede büyüdüğünü anlatmaya başlıyor: “Kooperatif bloklarda oturuyorduk ama çocuk parkı, okul, yüzme havuzu, basketbol sahası herkese açıktı, hiçbirine para ödemek zorunda değildiniz. Bu bize kendimizi değerli hissettirirdi, birilerinin bizi sevip, koruyup kolladığını düşündürürdü. Sanırım mutlu bir çocukluk geçirmiş olmamın nedeni bu.” Hakkında az çok bilgi sahibiyseniz, bu satırları okuduğunuzda söylemek istediğinin çocukluk anılarının ötesinde olduğunu anlamışsınızdır.

 

Röportajın tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Aralık sayısında ve interaktif içeriğiyle GQ Türkiye Dijital edisyonunda...

 

 

 GQ Türkiye
Röportaj: Pınar Bekbölet | Fotoğraf: Emre Doğru | Moda Editörü: Kaner Kıvanç

DİĞER HABERLER

YAZARLAR

KONUK KOLTUĞU KONUK KOLTUĞU
 DOLANDIRICILAR CUMHURİYETİ -Timur Soykan
Engin Ertem Engin Ertem
 KENTSEL DÖNÜŞÜM SEKTÖRÜN CAN SİMİTİ
Mutlu Demirdelen Mutlu Demirdelen
 İRANLI'NIN KKTC'Yİ SİNSİ İŞGAL GİRİŞİMİ
Cansu Aksoy Cansu Aksoy
 AİLE MAHKEMELERİNİN DİKKATİNE!
Av. Remzi Kazmaz Av. Remzi Kazmaz
 AKBELEN ORMANLARI VE PARİS İKLİM ANLAŞMASI
Süleyman Yıldız Süleyman  Yıldız
 AKLIM BOSNA'DA KALDI

SİTE ANKET

TÜRKİYE'DE EN BÜYÜK SORUN NEDİR ?








EN ÇOK OKUNANLAR